Kitap Yorumları
Unutulan Adam - Robert Crais
Maalesef geç keşfettiğim bir yazar. Elvis Cole serisinin 10. kitabı olduğunu okuduktan sonra öğrendim. Serinin ilk yedi kitabı maalesef Türkçeye çevrilmemiş. Olayların Los Angeles'da geçmesinden midir bilemiyorum ama Michael Connelly'nin Harry Bosch serisine benzettim. Fakat artı olarak kahramanımızın Joe Pike isimli bir ortağı var ki o da romana ayrı bir tad ve aksiyon katmış. Yazarın iki kitabını okuduktan sonra diğer kitaplarının peşine düştüm.
Polisiye seven arkadaşlara tavsiye ederim.
Okumayı düşünen arkadaşlara yardımcı olmak amacıyla, Türkçe basılan kitapları okuma sırasına göre listeledim.
1 Los Angeles Ağıdı
2 Yok Edici
3 Rehine
4 Son Dedektif
5 Unutulan Adam
6 İki Dakika Kuralı
7 Gözcü
8 Sıcak Takip
9 Hırsızlar Kanunu
10 Kızıl Pusu
11 Tetikte
Ben, Lucifer - Glen Duncan
---
Tanrı'yla kafa bulan Şeytan'ın insan bedenindeki bir aylık sergüzeştini konu edinen eğlenceli, kışkırtıcı ve bir o kadar da karmaşık kızıl kitap.
Hakkında söylenebilecek onlarca güzel şeyin yanı sıra bu kitabın en güzel yanı o kusursuz çevirisi. Böylesine karmaşık ve kültürümüzden uzak öğeler barındıran bir eseri, dilimize sanki Türkçe yazılmış hissi uyandıracak kadar akıcı ve hoş çeviren Nur Yener'in ellerine sağlık, zihni dert görmesin!
Kitaba gelirsek; 222 sahifelik bu güzide kızıl kitabın üzerine kurulduğu temel pek bildik: Şeytanın bir insan bedeninde yeryüzüne inmesi.
İlkin, Karanlıkların Efendisi’nin sebeb-i ziyaretinden dem vuralım: Tanrı, şeytanla yeni bir anlaşma yapmak ister, buna göre, şeytan intiharın eşiğinde başarısız bir yazarın bedeninde bir ay süreyle insanlar âleminde yaşayacak, bu süre boyunca uslu duracak ve buna karşılık affedilip melekler diyarına geri yollanacaktır.
Tabi ki Lucifer, bu anlaşmayı kabul eder; lakin şartların hiçbirini gerçekleştirmez. Bir sınavdan ziyade bedava bir tatil saydığı bu bir ayı, bin bir türlü eğlenceyle geçirir.
Eğlenceli, hareketli ve ilginç bir romanda olması gereken her şey "Ben, Lucifer"de var; ama çoksatar birçok yazarın ellerinde, aylarca konuşulacak, müthiş tempolu ve çekici bir kitap haline dönüşebilecek bu konu, Glen Duncan'ın o sınır tanımayan, yerinde duramayan zekâsının hâkimiyetindeki yetenekli ellerinde, eğlenceli olduğu kadar kafa-işletici de bir deneyime dönüşüyor.
Romanın anlatıcısı Lucifer'in ta kendisi. Böyle olunca, çılgın, eğlenceli ve Tanrı'ya dair fazlasıyla cüretkâr bir anlatım tarzı hâkim oluyor kitaba:
"İhtiyar ilk günden itibaren güvensizdi. İlahi Reis’in İlahi Anüs’ünü sıkıntıdan kurtararak evreni, kulakları sağır eden göksel bir uyum içinde O’nun pek-hoş-bir-adam olduğunu haykıran, 301.655.722 yaltakçıyla doldurdu. (haa, sırası gelmişken, bizim sayımız budur. Bizler yaşlanmayız, …"
"Ne kadar çok üstün yanı olursa olsun, O'nun kesinlikle hiç mizah duygusu yoktur. Mükemmellik buna meydan vermez. (Nükteler hayal edilebilir olanla gerçekte olan arasındaki mesafeyi kateder, bu ister istemez gerçekte kendi hayal edebildiği her şey olan bir varlık için mönüye dahil değildir -onun ..."
"Eğer elde ettiği her şey baştan garantiyse, pekala bir müzik kutusu da kurabilirdi."
"Ben gururlu biriyim -şu gururum çok abartıldı- fakat aptal değilim. Eğer tanrı beni yok etmek isteseydi, bunu yapabilirdi. Cia ve Saddam'dır O."
Anlatıcının şeytan olması, beraberinde, anlamakta zorluk çektiğimiz ilahi tartışmaları da getiriyor; bunun yanında kitabın doğrusal ilerlemesini de engelliyor; çünkü Lucifer, insanlık ve evren var olmadan önceki (eski zaman) anılarını ve insanoğlunun varoluşuyla birlikte başlayan (yeni zaman) yaşantısına dair anılarını, karmaşık bir şekilde konudan konuya atlayarak aktarıyor ve böylece yukarıda bahsettiğim, ortalama okuyucuyu oldukça etkileyecek, çoksatar konu da bu karmaşık ve oradan oraya sıçrayan entelektüel ifadelerin içinde etkisini yitiriyor. İyi ki de öyle oluyor, çünkü geriye, içi boş afili bir kitap yerine, sabırlı, nitelikli ve edebiyatperver okuyucu için, dopdolu eğlenceli bir kitap kalıyor.
İnsana Hiç Rahat Yok Kendinden - Grace Paley
---
Çevirmeni Aylin Ülçer yüzü suyu hürmetine almıştım bu kitabı. Kendisi ne çevirdiyse, sevdiğim türde olsun olmasın, ilgimi çeksin çekmesin okuyorum/okuyacağım. Onun yerlileştirmeleri, bulduğu karşılıklar bende hayranlık uyandırıyor.
Bu itkiyle okurken birden kitabın kendisini de sevmeye başladığımı fark ettim. Paley'nin günlük hayatı anlatırken kullandığı zaman zaman acıklı zaman zaman alaycı dili hoşuma gitti.
11 Öyküden oluşan eserin tamamında güçlü kadın öykü kişileri öne çıkıyor. Bu "güçlü" sıfatının çok kullanılıp içinin boşaltıldığının farkındayım. O yüzden hemen nasıl "güçlü" olduklarının altını çizeyim:
Tüm baş kişiler kendi seçimlerini yapıyor ve bunların sonuçlarına cesurca göğüs geriyor.
Onlar delice sevdikleri erkeklere canları tak edince "Hadi Güle Güle, Uğurlar Olsun" diyebiliyorlar.
"Hem Genç Hem İhtiyar Bir Kadın" olarak tutkularının peşinden gitseler de olgunlukla dizginleri ellerine alabiliyorlar.
Yeni bir hayat kursalar bile eski eşlerine duydukları sevgi bitmediyse onları sevgiyle kabul edebilecek kadar olgunlar.
Sınıftaki "En Gür Ses"e onlar sahipler ve bu gür ses sadece erkek egemen topluma karşı değil, azınlık olmanın derdiyle de çıkıyor.
"Hayattan Bir Beklenti"leri yok çünkü istediklerini elde edebilecek kudretteler. Eşleri erkekliklerini kanıtlamak için savaşa gitse bile toplumun onlara biçtiği "kadınlık" görevlerinin ötesinde bir varlık gösteriyorlar.
Çocuklarını nasıl yetiştirdikleri hakkında afaki konuşan erkeklerin ağızlarına paylarını bir güzel veriyorlar. O çocuklar ki yeri geliyor annelerinin "karşısında" yeri geliyor "yanlarında" duruyorlar. Her birinin güçlü kişilikleri var.
Bu güzel eserde tek bir öykü var ki kitabın genel çizgisinden sapıyor: "Hepimizi Maymuna Çeviren Zaman"
Başlık her ne kadar yaşlanmaya dair bir işaret verse de öykü "absürt" bir hava içinde akıyor. Baş kişi Eddie'nin ilginç deneylerinin arkasında alaycı bir savaş karşıtlığı seziliyor.
Gerçi tüm öykülerin bir yanı savaşla ilgili. Savaşla dağılan yuvalar ve ekonomik buhran.
Yukarıda az çok anlatmaya çalıştığım halleri daha iyi anlayabilmeniz için bazı alıntılar bırakıyorum. Bu cümleler öyle güzeller ki yerlerinden sökülünce bile etkilerini kaybetmiyorlar:
"Rosie, ah Rosie," dedi bana bir gün. "Gül yüzündeki saatten anladığım kadarıyla, otuzuna gelmiş olmalısın." (s. 17)
Bunu ilk önce annemin yüzünde fark ettim, zamanın çürük elyazısı, yanaklarına bir aşağı bir yukarı kargacık burgacık çiziktirilmiş, alnına ileri geri karalanmıştı ve bu yazıyı bir çocuk bile okuyabilirdi -ihtiyar, ihtiyar, ihtiyar yazıyordu. Ama yüreğimi asıl parçalayan, bu acı gerçeği Vlashkin'in o harika yüz ifadesi üzerine karalanmış görmek oldu. (s. 18)
"Nereye gidiyorsun Peter?" Anna antreden seslendi ona, gürültücü çocukların ve unutulmuş şemsiyelerin yurdundan. (s. 46)
"... O çocukların sesleri pek cılız; hem neden bağırsınlar ki onlar? İngilizceyi, doğuştan sular seller gibi biliyorlar. Melekler gibi altın sarısı saçları var. Oyunda rol almaları o kadar önemli mi sence? Noel... yeryüzünün bütün malı mülkü... hepsinin sahibi onlar zaten." (s. 56)
Zavallı ihtiyar anam, boğazına benden kocaman bir parça düğümlenmiş halde, gözü arkada gitti öbür tarafa. O sırada askerdeydim ama anladığıma göre son sözleri şu olmuş: "Freddy'yi Eleanor Farbstein ile tanıştırın." Kadındaki cürete bakın hele. Beni bir mal gibi vasiyetine eklemiş resmen. Kız kardeşimi asker tıraşlı o reklam yazarına, o gastronomi uzmanına bırakmış. Babamı teyzelerin merhametine terk etmiş. Sıra bana gelince, ki güya onun en kıymetli varlığı, gönlünün buzdolabındaki en iyi et parçasıydım, tutmuş beni de Ellen Farbstein'a bırakmış. (s. 63)
On gün sonra Girard, "Babam nerede?" diye sordu.
"Bana soru sorma ki sana yalan söylemeyeyim." (s. 72)
Benim anlatacak kayda değer bir şeyim yoktu. Hele şimdi, John konuyu böyle gözümün içine içine sokunca, hayatımın yanıp kül olmuş her gününün dumanı utançla tütmeye başlamıştı ve o duman yüzünden güzel geçen sayılı anları bile tam olarak göremiyordum. (s. 75)
Vücudunun bölümleri, ister görünür, ister örtülü olsun, gözü okşuyordu. Çocukluğun ve ihtiyarlığın bütün abartılı kemikleri, genç kızlığın sıcacık ahenginde uykuya dalmıştı. (s. 93)
Gece uyumadan önce farkında olmadan dua ediyorum. Kalktığımda da öyle. Tanrı'ya dua etmiyorum, çocukluğun o birleştirici hatırasına dua ediyorum. Faith, sen ihtiyar dedenin Kadiş duasını okuyuşunu unutabilir misin hiç? Hayır, sonsuza dek kulağında kalacaktır o ses. (s. 112)
Sonra da, Alcatraz hapishanesinde siyah beyaz parmaklıkların ardına hapsedilmiş bir kral gibi ebediyen mezara gömülmüş kalbim, oğlumun kısa, tombul parmaklarının arasından sızan ışıkla çizgi çizgi aydınlandı. (s. 127)
Çeviriye ve düzeltiye diyecek söz yok. Tek bir düşük cümle tek bir yazım hatası bile görmedim. Editör Derya Önder'e de buradan saygılarımı sunuyorum.
Hele baskısı. Ah öyle güzel bir baskısı var ki kitabın. Kapak tasarımı, çizimi, dokusu; sayfaların rengi, dokusu, yazı düzeni; her şeyiyle harika bir baskı. Kapak tasarımı ve çizimini yapan Melis Rozental'ın ellerine sağlık.
@periyodik neşriyat, son iki yorumunuzda kitapların adlarını yazmamışsınız neden acaba?
Boyalı Kuş - Jerzy Kosiński
---
Kosiński, kitabın sonundaki yazısında şöyle diyor:
Belki de Boyalı Kuş'un içindeki vahşet sahnelerinin abartılmadığının en iyi kanıtı ve bu dehşet zamanının savaş yılları Doğu Avrupa'sını yansıttığını en iyi anlatan olay, eski okulumdan bazı arkadaşlarımın Boyalı Kuş'un kaçak bazı kopyalarını okuduktan sonra romanın kendilerinin ve akrabalarının yaşadıklarının yanında pastoral bir öykü gibi kalacağını söylemeleriydi.
Kosiński'nin hem 2. Dünya Savaşı sırasında hem de kitap yayınlandıktan sonra yaşadıkları romanın kendisi kadar dehşet verici.
Yani bu kitabın her zerresi, her satırı acı ve dehşet dolu.
Ben susayım, okumaktan başka çareniz kalmasın.
Kafes - Josh Malerman
---
Josh Malerman gerçekten bu işi iyi biliyor. Soluksuz okudum diyebilirim. Kitap, istediğim gibi bir sona ulaşmadı ama bana o isteği unutturdu ve çok güzel bir son verdi.
Aslında bu "sonunda ne olacak?" sorusuyla heba edilecek bir kitap değil. Kitabı bir bütün olarak ele almak ve neredeyse her sayfasına işlemiş heyecanı, endişeyi ve korkuyu hissetmek gerek.
Çok etkilendim. Edebi değer olarak 5 yıldızı hak etmiyor belki ama kitapların değeri bizlere neler hissettirdiğine de bağlıdır.
Gelelim kitabı okurken beni az da olsa rahatsız eden yayınlama eksiklerine:
Çevirinin çok iyi olduğunu mutlaka belirtmek gerek Aslı Dağlı'nın eli zihni dert bulmasın. Lakin kimi çeviri sorunları kimi yanlış yazımlar düzelti sürecinde ortadan kalkmalıydı. Ben 5. baskıyı okudum. İlk baskıda affedilebilecek bu eksiklikler gözüme daha çok battı.
Bu bir çeviri yanlışı değil ama belirtmek istedim:
Kitabın özgün adı "Bird Box". Bu sözcüğün genelde ahşaptan yapılma ev biçiminde küçük bir kuş yuvasını tarif ettiği doğru. Lakin kitapta bu sözcüğe yapılan göndermeyi okuyanlar hatırlayacaktır:
Evi büyük bir kutu olarak düşünüyordu. Bu kutudan çıkmak istiyordu. Tom ve Jules her ne kadar dışarıda olsalar da hâlâ bu kutunun içindeydiler. Bütün dünya kutunun içinde kapana kısılmıştı. Gezegen, dışarıdaki kuşların içinde durduğu karton kutuya sıkışıp kalmıştı. (s. 241)
Malorie tüm insanlığı evin dışında duvarın dibinde bulunan karton kutunun içindeki kuşlar gibi görüyor. Dolayısıyla "Bird Box"ın işaret ettiği şey bir kutu. "Kafes" kesinlikle çok iyi bir isim. Sade ve etkileyici. Özgün ismi karşılamasa da yerine bir şey koymak zor. "Kuş Dolu Kutu, Kuş Kutusu, Kutudaki Kuşlar" gibi yavan ifadeler yerine "Kafes" karşılığını seçmelerini anlıyorum.
Çeviri ve düzelti sorunlarından bahsederken kitabı okumamışlar için ufak tefek keyif kaçırıcı alıntılar yapabilirim. Uyarmalıyım. (Sayfa numaraları 5. Baskıya göre verilmiştir.)
Bölüm 9, sayfa 72:
“Duruma şöyle bir bakınca...”
“Hareket et!” diye bağırdı.
Adam kıkırdadı.
“So, I have to ask myself . . .”
“Move!” she screams.
“. . . who here has gone mad?”
The man cackles.
Malorie adamdan uzaklaşmasını istiyor ve “Move!” diyor, “Uzaklaş” veya “Git buradan!” anlamında. Düzelti sürecinde kolayca çözülebilecek bir sorun.
Adamın ikiye bölünen ifadesinin ikinci kısmı “. . . who here has gone mad?” ise hiç çevrilmemiş.
Bölüm 17, sayfa 125:
“Tamam,” dedi Tom. “Dışarı çıkmamıza izin verin.”
“Okay,” Tom says. “Let us out.”
Burada Tom izin istemiyor, yönlendirme istiyor. Dolayısıyla “Bizi dışarı çıkarın” “Çıkmamıza yardım edin” gibi bir karşılık uygun olabilirdi.
Bölüm 21, sayfa 141:
Olympia’nın kocası hakkında konuşmuşlar, adamın neye benzediğinden, çocuk sahibi olmayı ne kadar istediğinden bahsetmişlerdi.
They were talking about Olympia’s husband. What he was like. His desire to have a child.
Buradaki “What he was like” ifadesi bir kişinin görünüş ve kişilik özelliklerini sorarken kullanılan “What is she/he like?”ın geçmiş halinin yan cümleciğe çevrilmiş biçimi. Anlam karşılansa da Türkçe’de bu kullanım pek sık rastlanmıyor sanırım. “adamın nasıl biri olduğundan” ya da “adamın görünüşünden” karşılıkları uygun olabilirdi.
Bölüm 34, sayfa 239:
Malorie gözlerini kapattı ve ayaklarının altındaki soğuk toprağı hissetti. Sonra gözlerini kapattı. Kiler kapısının altından sızan ışık mutlak karanlığı yarıyordu.
Malorie closes her eyes and feels the cool earth beneath her feet. She opens her eyes. Absolute blackness is cut only by the stove light from under the cellar door.
“Sonra gözlerini açtı.” olmalıydı ifade. Bu denli basit bir hata nasıl yapılabilir diyebilirsiniz. Bu kesinlikle çevirmenin hatası değil. Çevirmen kısa zamanda çeviriyi teslim etmek için hızla çalışır, bu denli hızlı çalıştığı için birçok şey gözünden kaçar. Bu tür hataları ayıklamak için bir başka kişi düzelti yapmalıydı. Hatta bir “son okuma” yapılmalıydı. Ama tabi bu tür bir titizlik kitabın maliyetini arttırır. Bu yüzden birçok yayınevi bu adımların bazılarını atlar masraftan kısmak için.
Bölüm 40, sayfa 272:
Raflara, kutulara, yeni hafta önce…
To the shelves, the boxes, … seven weeks ago, …
Hatayı gördünüz sanırım.
Bölüm 40, sayfa 274:
Hafifçe evin duvarına çarpan kutunun içindeki kuşların sesini duyduğunu düşündü.
She thinks she hears the bird box, banging lightly against the house.
“Hafifçe evin duvarına çarpan kuş dolu kutunun sesini duyduğunu düşündü.” olabilirdi. Sanırım kastedilen ses kuşların değil kutunun sesi.
Bölüm 42, sayfa 290:
“Tom,” demeyi başardı. “Aşağıda neler oluyor?”
“Tom biraz huzursuz. O kadar.”
“Tom,” she manages to say. “What’s wrong down there?”
“Don’s upset. That’s all.”
“Don biraz huzursuz. O kadar.” olmalıydı.
Bölüm 42, sayfa 303:
… havlunun üzerinde doğrultu.
… inches forward on the towel.
“… doğruldu.” olmalıydı.
Bölüm 42, sayfa 311:
Çocuğumuz…
Most of us…
“Çoğumuz…” olmalıydı.
Bölüm 43, sayfa 318:
Telefon rehberinin sayfalarını şöyle bir çevirdikten sonra Malorie’nin adının yüz altıncı sayfada olduğunu söylemişti.
Once, after flipping through the phone book, the Boy called out that she was on page one hundred and six.
Burada özne belirsiz, çocuklardan hangisi olduğunu anlayamıyoruz. “Oğlan telefon rehberinin sayfalarını şöyle bir çevirdikten sonra Malorie’nin adının yüz altıncı sayfada olduğunu söylemişti.” olmalıydı.
Bölüm 43, sayfa 323:
Malorie hafif bir klik sesi duydu.
Malorie hears a light clicking sound.
Burada Malorie bir tahtanın yere vurma sesini duyuyor. O yüzden “Malorie hafif bir tıkırtı duydu.” olmalıydı.
Gelelim güzelliklere:
Bölüm 32, sayfa 215:
“Orada erzakım var. …”
“I’ve got supplies there. …”
Bu karşılıkta hiçbir hata yok. Ben “erzakım” sözcüğünde yumuşama olması gerektiğini düşünmüştüm ama Sayın Aslı Dağlı’yı tebrik etmek gerek çünkü doğrusu TDK’ya göre “erzakım”.
Bölüm 37, sayfa 256:
Önce eteğindeki taşları dök, demek istiyordu.
Come clean first, she wants to say.
Harika bir karşılık, bayıldım.
Yukarda bazı sorunları belirtsem de bu hataların 330 sayfalık bir kitapta devede kulak kaldığını görmelisiniz. Kitabın harika bir çevirisi var. Tertemiz. Akıcı. “eteğindeki taşları dök” gibi harika yerlileştirmelerle dolu.
Yazdığım şu ufacık yazıda eminim onlarca imla hatası yapmışımdır. Koskoca kitapta bu kadarcık hata olması normal ama 5. Baskı yapmış binlerce satmış bir kitabın düzeltisi daha özenli yapılmalıydı.
@periyodiknesriyat tebrik ediyorum sizi. Şimdiye kadar okuduğum en bilgilendirici yorum. Emeğinize sağlık. Teşekkürler...
Efraim/İbrahim Becer
Kitapta 1990'lı yıllarda Şırnak’ta görev yapan yüksek rütbeli bir paşanın gizli bir teşkilat kurmasıyla başlayan olaylar konu ediliyor.
Efraim, Hamzalo, Verigo ve birkaç adsız kahraman.
Bu konuda bence yazılmış en iyi kitaptı. Öyle satırlar vardı ki, tekrar tekrar okuduğum, durup düşündüğüm.
✔"Derler ki insan da aynı yılan gibidir Abi. Üzerinde belki on, belki yirmi, belki de kırkı aşkın gömlek vardır. Her gün yeni garabet görebilirsin aynı insanda ve her gün aynı insan seni hayretler içinde bırakabilir. Yanisi şu ki Abi, insan evladının gerçek yüzünü görmek için beklemek lazım."
✔-Neden sattı şimdi bu adam bizi, neden biz bu adamların ipiyle kuyuya indik, neden güvendik de dört tane adamı kurda kuşa yem ettik?
- Leyleklerle karganın hikâyesi gibi Abi!
- O nasıl ki dedi Verigo çöküp kaldığı yerden.
- Leyleklerle kargalar beraber uçmaya başlamışlar. Her gören şaşırıyormuş bu hale. Öyle ya leylek leylekle uçar, karga da kargayla. Kimse anlamamış bu işin sırrını bir müddet.
- İşin aslı neymiş dedi Efraim.
- İşin aslı ikisi de topalmış, ikisi de kusurlu yani... Bu yüzden ikisi de birbirine muhtaçmış anlayacağın. Mecburen birbirleriyle dost olmuşlar. Bizin işte ondan ters gitti abi. Karga artık topal değil, bize ihtiyacı yok.
✔"Yıllardır karakola saldıranlar meğer koruduğumuz köylülermiş. PKK silahlı birlik bile göndermiyordu buraya. Çünkü köylülerin yaptığı eylemler yetiyorda artıyordu bile. Her gün selâmlaştiğimiz, şakalastigimiz o masum köylüler, gece olduğunda tepelere çıkıp karakola ateş ettikten sonra ellerini kollarını sallayarak evlerine dönüyordu. Hani derler ya, 'gündüz külahlı gece silahlı' diye, bizim köylüler aynen böyleymiş ya lan!"
İçimizdeki vatan hainlerini, barış kardeşlik adına oynanan oyunları, alçak düşmanların topraklarımızda nasıl elini kolunu sallayarak rahatça dolaşabildikleri, hangi ülkelerin PKK belasını başımıza sardığını anlatan harika bir kitaptı. Ne yazsam duygularımı tam ifade edemeyeceğim. Hiç bitmesin istedim. Sonlara yaklaştıkça ağır ağır sindire sindire okudum. Askerlerimiz, sehitlerimiz, vatan uğruna her şeyden vazgeçen kahraman yiğitlerimiz var bu kitapta.
ŞİDDETLE TAVSİYEMDİR!
Aşk - Elif Shafak
Tam bir çok-satar. Bir çok-satar olmanın tüm gerekleri sağlanmış: Aşk, mistisizm, farklı zaman dilimleri ve farklı yerler, altı çizilip sosyal medyada paylaşılabilecek sözler, derin bir şey okuyormuş hissi veren tema ve basit bir dil.
Roman kişilerinin neredeyse tamamı kartondan. Gerçeklik hissi veren tek karakter Ella. En azından onu okurken batılı bir kadının iç sıkıntılarını az çok görebiliyorsunuz.
Şems, orada burada özlü söz yumurtlayan, ona buna kurallarından bahseden içi boş bir karakter. Romanda etki yarattığı kısımlar ilmini, bilgisini gösterdiği değil bir süper kahraman gibi duvarların ardını görebildiği, insanların zihnini okuyabildiği anlar. Onun dışında o kadar beyhude konuşuyor ki... Kitapta onun bazı sözleri koyu olarak yazılmış, böylece okuyucu burada mühim bir şey söylendiğini anlayıp sosyal medyada rahat paylaşabilir.
Rumi zaten romanda neredeyse yok, kendi başına tanımlanamıyor daha doğrusu, Şems'in varlığıyla belirgin hale geliyor.
Tamamıyla matematiksel bir hesapla yaratılan ana karakterlerden ziyade anlaşılabilir itkileri olan yan karakterler daha canlı. Onlar da olmasa romanda özdeşlik kurulabilecek hiçbir kişi kalmıyor.
Dil öyle yavan ki anlatamam. Shafak'ın uydurduğu 40 kuralı okurken gına geldi. Doğu mistisizmi satan bir batılının pazarlama cümleleri resmen.
Hasılı; hızlı okunan, azıcık bizden (?) azıcık batılı içi boş dışı süslü bir roman. Çok merak ediyorsanız atlaya atlaya okuyup merakınızı giderebilirsiniz. Siz benim gibi vaktinizi heba etmeyin.
Rum Doodle Tırmanışı
W.E. Bowman
---
Muhteşem.
Neşeyle okudum, çok eğlendim, şaşırdım. Bowman mizahı öyle ciddiye almış ki saygı duymamak elde değil. Bambaşka bir şey okudum. Tarifi zor. Absürt ile gerçekliğin mükemmel bir karışımı.
Hangi birinden bahsedeyim: Ekip lideri Binder'ın uçlardaki saflığından mı, ekipteki yetenekli(?) insanların yaptıklarından mı, hamallarla ekibin arasındaki ilişkilerden mi, nişanlı meselesinden mi, Pong'un yemeklerinden mi, kitabın sonundaki şoktan mı?
Yeniden okuduğumda zevkimin katlanacağına eminim. Tek okuyuşta tükenecek bir kitap değil.
Farklı bir mizah görmek istiyorsanız mutlaka okuyun.
Çeviri ve editörlükten de bahsetmek gerek: Harika bir çeviriydi, bana garip gelen, düşük gelen hiçbir ifade yoktu; sözcük oyunları Türkçe'ye çok iyi aktarılmıştı, Ali Erdem Çelebi'nin eli zihni dert bulmasın. Bunun yanında yazım yanlışı ve typo da yoktu, editör Emre Yavuz ve düzeltmenler Hande Çelebi ve Özge İpek'in ellerine sağlık. Sade kapak tasarımının sahibi Meltem Çelebi'yi de anmamak olmaz, sağ olsun.
Umarım 16 Metrekare yayınevi Bowman'ın diğer eseri "The Cruise of the Talking Fish"i (evet maalesef sadece iki eseri var) de yayınlar.
Not: Tek üzüntüm Bill Bryson'ın önsözünün çeviride yer almaması.
Petekgözlü Adam - Wu Ming Yi
...
Muazzam.
İnsanın içine işleyen bir roman. Kimi bölümleri büyülü gerçeklikle bezenmiş, sanki çok kadim hikayeler anlatılıyor, öylesine etkileyici. Kimi bölümlerinde sanki hayatınızdan parçalar alınıp sunuluyor, öylesine gerçekçi ve vurucu. Sonra bu iki gerçeklik birbiriyle kesişiyor ve her şey iki kat güzelleşiyor.
Çok sevdim, vuruldum.
Sevdiğim herkese hediye ettim. Ömrümce, defalarca okuyacağım.
Harika bir yorum olmuş. Attım sepete @periyodiknesriyat
Romantika - Turgut Özakman
...
İyi bir roman.
Kendisini böylesi hızlı okutan romanları özlemişim. Boş laf etmeyip hikayeye odaklanmış, numaralara girişmemiş. İçinde gizem, aşk ve ilginç roman kişileri var; eğlenceli, hüzünlü. Daha ne olsun. Öğlen başlayıp gece bitirdim. Film olsa hayran hayran izlenir. Çok iyi bir Yavuz Turgul filmi çıkar bu kitaptan.
Sitede kitap yorumlarıyla alakalı başlık açıldığını bilmiyordum, görünce sevindim. Nicedir kitap yorumlarının bulunmasını istiyordum burada. Bulmuşken bir yorum da ben bırakayım.:)
Sabahleyin Yaşar Kemal'in Ağrıdağı Efsanesi'ni bitirdim. Yazardan okuduğum ikinci kitap, bu kitabında dil, konu bakımından kesinlikle çok daha iyiydi bence. Anlatımı biraz durağan, katmanlı, detaylıydı. Ayrıca doğu topraklarını iliklerimde hissettirecek kadar başarılıydı...
Kurgu bir atla başlıyor, başlarken karmaşık bir kurgu olduğunu tahmin etmemiştim. Attan kopup bambaşka bir şeye, bir efsaneye dökülüyor satırlar.
Çok sevdim ve kesinlikle yazarın eserlerini okumaya devam edeceğim.
Kün - Sezgin Kaymaz
Güldüren, gözleri dolduran, eline bir sopa alıp karakterlerden bazılarına ağız burun dalma hissiyatı veren; akarken sürükleyen, lime lime eden, birbirinden farklı karakterler ile insandaki pek çok hissi yoklayan dolu bir kitap “Kün”.
İlk 20-30 sayfada ‘Ne anlatıyor arkadaş bu kitap, bu ne biçim bir giriş’ dedirtse de sabırlı olun ve kemerlerinizi bağlayın hikaye 30’ lu sayfalardan sonra başlıyor.
Her okuyanda farklı hisler uyandırdığı için bir uyarı yapmadan geçmeyeyim. Kendinizi ateist, nihilist olarak tanımlıyorsanız ya da tanımlamadığınız halde öyleyseniz ayrıca argo kelimeler, cümleler konusunda hassasiyetiniz varsa kitabı sevmeyebilirsiniz.
Bozkırda Altmışaltı - Mustafa Çiftci
...
Öyle seviyorum öyle seviyorum ki Çiftci’nin öykülerini.
Bir miras gibi saklayacağım Mustafa Çiftci’yi. Ezbere yaşadığım duygular yerine hasını koyabilmek için tutacağım içimde. Kitaplığımdan eksik etmeyeceğim, dönüp dönüp okuyacağım çağımın alışkanlıkları içinde unutayazdığım Anadolu’luğumu hatırlatsın diye.
Bir abi belleyeceğim onu, kitaplarını öpüp başıma koyacağım. Arada bir kitaplığımın batılı yanından onun yanına gidip sohbet edeceğim vardan yoktan.
Di’li zaman yakışmıyor benim Mustafa abimle macerama; hep okuyacağım, hep okutacağım.
Örümcek Kadının Öpücüğü - Manuel Puig
Yazar ve kitap hakkında herhangi bir bilgim olmadan, bir arkadaşımın elime tutuşturması ile bu kitabı okudum.
Roman hapishanede aynı hücreye koyulan iki mahkumun hikayesini farklı bir biçimde anlatıyor. Molina çalıştığı butikteki bir gence sarkıntılık ettiği için hapse atılan bir eşcinseldir. Valentin ise Arjantinde devrimci hareket yanlısı bir grubun üyelerinden biri. İkili aynı hücrede kaldıkları sürede Molina’nın pozitif ve iyiliksever tavırları ile arkadaş olurlar. Olaylar gelişir...
Kitabın genelinde, yazarın eşcinsel karakteri naif ve samimi tanıtmasından kendisinin de bu konuyla bir ilgisi olduğunu sezinliyoruz. Molina karakterini işleyişi, kitabı onun üzerine kurgulaması ve dipnotlarda eşcinselliğin kökeni üzerine bilinen/yanlış bilinen şeyleri irdelemesi, diğer karakterin ve yan fikrin (devrimci/ devrimcilik) yeterince ayrıntılı işlenmeyişi konuyu net bir şekilde ortaya koyuyor.
Bir yanda kendini bir kadın gibi hisseden bir eşcinsel diğer yanda bir devrimci ile “öteki” kavramlarını bir araya getiren Puig sanki birbirinden alakasız gibi görünen şeylerin bile bir ortak noktası olabileceğini, önyargısız bir arada bulunulması halinde kimsenin birbirinden nefret etmesi için bir neden olmadığını kanıtlamak ister gibi.
Molina’nın duygularının ayrıntılarıyla anlatılması, aşık olduğu adama ilişkin ayrıntıların bile verilmesi, ortada hissiyat bakımından farklı bir durum bulunmadığının ve bu grubun da insan ırkının bir parçası olduğunu hatırlatma çabası taşıyor.
Son olarak kitaptan beğendim bir alıntıyı paylaşayım:
"Sorun olayları olduğu gibi kabul etmesini öğrenmek sorunudur, başımıza gelen iyi şeylerin değerini bilip tadını çıkarmak, geçip gitseler de. Çünkü hiçbir şey kalıcı değildir."
Arthur Machen - Yüce Tanrı Pan
10/10
Uzun zamandır kitaptan kitaba atlıyor, tek bir kitaba odaklanamıyordum. Bugün Yüce Tanrı Pan geldi ve elime alıp ilk sayfasını okumaya başladım sonra bir de bakmışım son cümledeyim. Etkilendiğim nadir kitaplardan biri. Yazarın dili çok sade, betimlemeler yerinde. Kurgu muazzam.
“Bir şeytan ete kemiğe büründü ve insan oluştu.”
“Mary göreceğini söylediğim şeyi gördü (Yüce Tanrı Pan’i) ama bunun cezasız kalmayacağını unutmuşum.”
Sabahattin Ali-Kağnı Ses Esirler
Yazarın ayrı ayrı basılmış üç kitabı tek bir kitap altında toplanmış. Kağnı ve Ses’te öyküler, Esirler’de tiyatro metni var.
Öykü türü bu seneye kadar sevmiyorum dediğim ve okumaktan kaçındığım bir türdü ama bu sene o kadar güzel öykü kitapları okudum ki artık, eğer güzel yazılmışsa, en sevdiğim türlerden biri haline geldi. Sabahattin Ali de türe olan sevgimi artıran isimlerden biri. Öykülerinden her biri kendi hayatından izler taşıyan, hüzünlü, akıcı ve akılda kalıcı örnekler. Özellikle Duvar, Kamyon ve Sıcak Su uzun yıllar aklımdan çıkmayacak kadar beni etkileyen öyküler oldu.
Ben Sabahattin Ali’yi başarılı ruh tahlilleri yapması yönünden Stefan Zweig’e benzetiyorum. İki yazar da insan ruhunu, karakterini o kadar güzel betimliyor ki. Kitabı okurken o kişileri tanıdığınızı hissediyorsunuz. Sizin ifade edemeyeceğiniz duyguları onlar çok net bir şekilde anlatabiliyor ve siz “Evet, aynen böyle hissediyorum.” diyorsunuz. Bunu yapabilmek her yazarın harcı değil.
Her Sabahattin Ali kitabında olduğu gibi Kağnı, Ses, Esirler’i başta öykü sevenler olmak üzere herkese şiddetle öneriyorum.
Bu kitabı bitirmemle birlikte yazardan okumadığım sadece Markopaşa Yazıları ve Ötekiler kitabı kaldı.
Kitapla ilgili ayrıntılı yorumuma buradan ulaşabilirsiniz: https://suleuzundere.blogspot.com/2018/11/sabahattin-ali-kagn-ses-esirler-kom2018.html
Kolektif-Güzel Yazılar Denemeler
Denemeler kitabını 2016 yılında Çukurova Kitap Fuarı’ndan almıştım. Kitabın etiket fiyatı 6 liraydı ama TDK %50 indirim yaptığı için 3 lira gibi komik bir fiyata almıştım. İçinde Türk edebiyatının en önemli yazarlarından derlenen denemeler var. Kimler yok ki bu seçkide: Yahya Kemal’den Ahmet Haşim’e, Necip Fazıl Kısakürek’ten Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Peyami Safa’dan Özdemir Asaf’a onlarca ünlü yazar.
Gözlerim bu isimlerin arasında birkaç kadın yazar aramadı desem yalan söylemiş olurum. Türk edebiyatında deneme seçkisine girebilecek kadın yazarımız yok mudur? Seçici kurul seçme konusunda biraz cinsiyetçi davranmış gibi.
Denemelerin hepsini aynı beğeniyle okumadım. Aralarında neden seçildiğini anlamadım, yerlerine çok daha iyilerinin bulunabileceğini düşündüğüm denemeler de vardı çok keyif alarak okuduğum denemeler de. Hatta daha önce okumadığım bazı yazarların, Suut Kemal Yetkin ve Fethi Naci gibi, denemeleri o kadar hoşuma gitti ki yazarların kitaplarını da okumak istedim. Bu açıdan başarılı bir derleme olmuş. Seçilen yazarların kalemleri hakkında az çok bilgi sahibi oluyorsunuz.
Kitabın yayınevi Türk Dil Kurumu olunca insan hiç yazım yanlışı olmayacağını düşünüyor ama tam tersine tahmin edemeyeceğiniz kadar yanlış vardı. Sanırım yayınevi denemelerin yazıldıkları dönemdeki hallerini basmış, yazarların yaptıkları yanlışlara dokunmamış. Bazı denemeler neredeyse yüz yıl önce yazıldığı için değişen yazım kuralları yüzünden yazılar günümüz kurallarına göre yanlışlarla dolu. Keşke yayınevi bütün yazıları günümüz kurallarına göre düzenleseydi.
Güzel Yazılar Denemeler kitabını deneme türünü seven, yeni yazarların kalemleriyle tanışmak isteyen ve dersinde deneme konusunu işleyecek öğretmenlere gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim.